Giysi dolabında 20 askıda aynı model ceketlerinin cebine her sabah ozenle yerlestirdigi mandalinaları gibi degerlidir onun filmleri. Her anlattıgı senaryoda tekrar onlarla yasarken aklında, aslında dersi anlatırken baktıgı anfide oturan kucuk Rosellini'ler, Visconti'ler, Kurosawa'lar, Bresson'lar, Forman'lar, Polanski'ler gorur. Ayakkabılarını gormez yururken, belki yurudugunun farkına, anca geldigi akademinin kapısında varır. Fazla göz göze gelmekten çekinir, çok dibine girip konuşmaktan irkilir, elleri hafif tebeşirlidir. Her pazartesi ve carsamba sinema tariyi ve sinema estetiği derslerini iple sarar, filmlerden gösterdiği sahneleri en az iki kez başa sarar, ucuz tütün sigara ictigi icin mecburen ders aralarında da onu sarar. Kadınlara hiç sarmaz, sevgiliden görüp görebilceği herşeyi izlemiştir yüzlerce kez, gerçeğiyle uğraşmaz nasıl yansıttıklarına kafayı takar. Az konusur ama iki saat icinde durmadan konusur. O anlatırken ozenle sectigi dehaları, sinemaya olan tutksunu okursun agzından akan harflerde. Bir an kendi konusurken icine Godard girdi sanar, Godard kucuk bir cindir, onun cinidir kimse daha iyi tasvir etsin istemez cinini, her terste mutlaka ona iki kaşık reçel yedirir. Sessizce yanına gelir, elinde okudugun herhangi bir sey olsa bile arkanda durarak konusur, once sesini duy onu gorme ister, en son bir hafta once sordugun soruyu cevaplar. Kapıyı kapar, evine kanepeye akar, içini bi sonraki anlatacagı filmlerinin heyecanı kaplar ağlarda ağlar...